Yogabakkalı Mayıs 22 Bakkal Mektubu

“Yaşamın anlamını arayıp arayıp -hep bulduğunu sanıp, hep bulamadığını anlayıp- hep yeniden araman, doğrudur: yaşamın anlamı tam da odur işte: hep arayıp arayıp -bulduğunu sanıp, bulamadığını anlayıp- hep yeniden aramak zorunda olduğun..

O’dur, anlamı, yaşamının.”

Oruç Aruoba - Olmayalı

Yaşamın anlamı tam da budur işte ve yaşam tam da bu kadar, dolu dolu, gümbür gümbür bir iştir. Zorlu bir iş. Aradığın her şeyi, sadece anlamı değil, her türden anlamı, anlamcıkları da bulduğunu sanıp bulmadığını anladığın şeydir yaşam. Bu anlam arayışı gençliğimi dar etmişti, olgunluğumu ise darlayan bir başka soru. Kolay olması gerektiğini kim söyledi? Kolay olması gerektiğine dair inancımızın kökleri nerede atıldı? Yaşamak neden kolay olmalı/ olmalıydı da biz hayal kırıklıkları ile dolup taşıyoruz? Her denediğimiz, hem de ilk denemede oluversin diye bekleme kibirinin suyu nerden? Bu değirmene kim ya da ne su taşır ki bu değirmen dönmeye devam eder?

“:oysa hata, hem hep yinelenir; hem de, hep, bir hata olmama yanılgısıyla yeniden başlar.”

Ben kendi kendimle çok konuşurum. Gerçekten çok.. Kendime espri patlatırım, patlayan esprilere büyük kahkahalar bile atarım, eleştiririm, kızarım, överim, cesaretlendiririm, eleştirime cevap veririm, kavga da ederim. Bugün mutfakta şöyle dediğimi duydum; bu fizik kanunlarına çok gıcık oluyorum. Neden? Çünkü işimi zorlaştırıyor, çünkü dünyanın, maddenin kanunları bana nasıl lazım geliyor ise o gelişe göre şekillenmeli. Açıl susam açıl demeliyim, taş masif bir duvar hareket edip hazinelerin -bana özel- saklı olduğu güvenli mağaraya yolumu açmalı, yolumdaki tüm taşları temizlemeli. Kırmızı halı olmasa da olur ama istersem oluverebilsin de. Tabi ki abartılı bir örnek bu ama bu beklenti sinsi bir şekilde kurduğumuz tüm ilişkilere, ister bu ilişki cansız bir nesne ile isterse bir metabolizma ve sinir sisteminden mütevellit canlı bir başka özne ile olsun, ama kolay olsun. İlle de kolay olsun.

Kolay olmalı; aşk kolay olmalı, evlilik kolay olmalı, boşanma kolay olmalı, çocuk yetiştirmek ya da çocuk sahibi olmamayı seçmek kolay olmalı, buna karar vermek de kolay olmalı, çilekli pasta yapmak kolay ya da piyano çalabilmek kolay olmalı. Bahçedeki domates kolay yetişmeli mesela, ne işi var? Güzel olmak kolay olmalı, genç kalmak hele hele sağlıklı kalmak kolay olmalı. Bu beklentileri çok da güzel sağan, harika(!) bir sistem de var hali hazırda. Biz isteyelim, kapitalizm - her türden ve sandığımızdan fazla bedeli karşılığında elbette ki- domatesi kolayca yetiştirecek hormonları, onu böceklerden koruyacak zehirleri temin etsin. Emrimize amade. Birtakım “date “ applerine tüm özelliklerimizi girelim ve gönlümüzü vereceğimiz turnanın gözünü, boyunu, posunu, hobisini seçelim. Ya da dileyelim market rafları hazır pasta karışımları ile dolsun, çilek parçacıkları bile dahil. “Şekerim kolayı var,” bu cümle kaç kez metin yazarlarının kaleminden reklamlara oradan da üstümüze sıçradı acaba? Elbette zihnimizin bu karşılık bulamadıkça acı çeken beklentili halini kendine göre, kendisi için işleyen, bir tarla gibi defalarca süren çok şey var bu sistemin içinde, çilekli pastanın en büyük dilimi reklamlara gitse bile liste uzun, kabarık ve şaibeli.

“Belki kişinin, belki de tam da o beklediklerini beklemesidir, yanlış olan…”

Sadece dışarıdan gelen etkenlerin bir sonucu değil, zaten hali hazırda insan zihninde olan bir eğilim ve meyil söz konusu. Kuyruğunu kovalayan bir yılan hayatın döngüsü ve döngüleri. O kuyruk hep “bir garip uzaklıktadır.” Tantra’da ve tüm Hindistan inanışlarında yılan özel bir yer tutar. Sanıldığı gibi ya da Batı'da algılandığı gibi her zaman kötü değildir yılan oralarda.  Omurganın köküknde, sakrum boşluğunda Şakti enerjisi uyur, aydınlanmanın enerjisi. 3 buçuk kıvrım halinde. Uyku, uyanıklık ve rüya hali; bilinç, bilinçaltı ve bilinçsizlik hali, Brahma, Vişnu ve Şiva; doğmadan önceki hal, yaşam ve ölüm hali: kucak kucağa, iç içe, kol koladır.

-yaşamasını sürdürebilmesini sağlayacak birşey olarak, gerçekleşmemesi gereken bir düştür, anlamı, yaşamının, kişinin…

Zamanı da temsil eder yılan. Zaman varolmak ile başlar. Kurulan bir çalar saat gibi. Yılan kuyruğunu yakaladığında yaşam durur, ister adına ölüm deyin ister doğmadan hemen öncesi deyin. Aradığın şeyi nihayet bulduğunda hayat da sona ermiştir. Yogada aydınlanma da, yoginin yolu da budur. Aydınlanan yogi,  önce bir üstün mertebeye ulaşır. Aydınlanlanmamış olanların asla ve kat’a - sahtekarlık dışında- vakıf olamayacağı üstün yetenekler ile donanır. İsterse bir an görünmez olur ya da bir bit kadar küçülür bir diğerinin içne girer, isterse bir dev olur dünyayı avucuna alır, ister arşın ötesine uçar isterse yerin dibine girer de geri gelir. Düşünceleri okur isterse, leb demeden leblebi’lere vakıf olur. Gök katına, tanrıların yanına taşınır. Ve hatta sutralarda yorumlanır ki tanrılardan bile üstün olur, çünkü o deneyimin, sürekli bir kuyruğunu kovalamaca olan uzun maceranın  cenderelerinden geçip bu mertebeye gelmiştir, tanrılar gibi hazıra konmaz. Yogi zamanın ötesine geçmiştir artık. zamanın ötesinde ne vardır? Hiç bir şey, yaşayan için hiçbir şey, yaşayanlar için hiçbir şey. Zamanın ötesinde ya da berisinde yaşam yoktur, ya sona ermiştir ya da henüz başlamamıştır. Her şey tektir, bütündür, Özne nesneden, Puruşa Prakriti’den, Yaradan Yar’dan, gören görülenden, kişi aynadaki aksından ayrılmamıştır henüz ya da yeniden bir olmuştur. Yogi ölüme gitmez, yaşarken aydınlanmak peşindedir zira. Ölmeden ölmek. Bunun içinse tersine bir kürek çekmedir onunki. Zamanın öncesine, henüz hiçbir şeyin başlamadığı bir kusursuz denge haline. Akıntının tersine doğru kürek çekmece.  Aradığına hep “bir garip uzaklıktadır.”

Aradığı sonsuz huzur. O kusursuz denge yerinde yaşam henüz başlamadı. Sonsuz huzur var ise o sonsuz huzurun içine emilmiş sonsuz kaos da var demektir. Tanrı, ilk varlık henüz ben kimim demeden önce altından bir yumurta olarak kıyametin seller halinde akan tufan suları üstünde süzülmektedir, içerde sonsuz huzur dışarıda sonsuz kaos. İçerisi dışarısı olduğunu bilmez, dışarısı içerdekine bilinmediği için henüz yoktur.

“-Tek ve tam olması, olamadığıdır.”

Yoga da tam böyle bir yoldur, bizim gibiler için. “Hep garip bir uzaklıktaki” bir denge halinin yamacında kalabilme hali. Bazen yamaçtan yuvarlanırız, az öteye. Çok fazla savrulmadan, savrulduğumuz yerde çok fazla parçalanmadan, bize ait olmayan değer yargı ve ölçütlerine fazla kapılmadan, - mış gibi yapmadan, hakikatine çok fazla yabancılaşmadan geri dönmek. Biraz orada debeleniriz, sonra yine kovalarız kuyruğumuzu, “tam yakaladım” hali bir an’dan çıkar, büyür, bir sürece dönüşür. Bu hayatın kendisidir. Bu böyledir. Yakalamak ve bulmak üzere olmanın hali. Kolay olsaydı, bulurduk biterdi. Kusursuz bir sağlık istiyorsanız ya ölmüş ya da hiç doğmamış olmayı diliyorsunuz ya da sonsuz bir yaşam ise aradığınız aynı sözleşme masanızda duran ya da hiç yaşlanmasam diyenlerdeniz çok iyi bir fikir olduğunu ama yine bunun canlılığın kapsamında olmadığını söylemek isterim. Arzuladığınız varoluş haline ulaşılamıyor, kapsam yani zamanın dışında. Orada da hayat yok. Dünyayı yaratmadan hemen önce, ama tam hemen önce çöreklenmiş zaman yılanını kendine yatak yastık yapmış uyur tanrı Vişnu. Evren varolmadan az öncesidir. Pralaya uykusudur bu. Rüyanın bile olmadığı derin mi derin bir uyku. Az sonra tanrı uyanacaktır ve evren varolacaktır, göbek bağı ile ona bağlı olan Brahma ise bir lotus çiçeği üstünde oturmaktadır. Vişnu Brahma’da uyanır, Brahma gözünü açar “ben varım” der, gözünü kapar yoktur…

Zorluk içinden geçtiğim zamanlarda hatırlatırım kendime: Gözümü açıyorum dünya var, gözümü kapatıyorum dünya yok. Sevdiğim ve yapmayı önemsediğim, kendim ve diğerlerinin iyiliğine olduğunu inandığım hiçbir şeyi yapmayı bırakmadan. 

Yogabakkalı Nisan-Mayıs 2023 Bakkal Mektubu

Bir baş edemediğim üzüntü var, bir de baş edebildiğim. Bir baş edemediğim öfke var bir de baş edebildiğim. Bir baş edemediğim sevinç var bir de baş edebildiğim. İkisinin arasında bazen biraz zaman, bolca kendine telkin, bazen bolca zaman ve yine daha da bol telkin var. Muhtemelen ben de milyonlar gibi çocukken duygularım ile nasıl baş edebileceğimi öğrenemedim, muhtemelen değil çok emin olduğum şekilde ebeveynlerim bunu öğretmek için ya ulaşılabilir değildi ya da müsait. Şimdi her seferinde kendime öğretmek, kendime anne-babalık yapmak için biraz vakte ihtiyacım oluyor. Baş edemediğim hal ile baş edebildiğim hal arasında her seferinde bir çocuk doğurup sabırla büyütüyorum. O esnada ise vakti yönetemez oluyorum. Hele ki bu vaktin bir başı bir başkasına, herhangi türden bir ilişkinin diğer tarafına bağlı ise. Doğurup sokağa salanlar ile çocuğunu büyütmek için vakte ihtiyacı olanlar arasındaki gerilim işte böyle başlıyor. Ya fazla aceleci oluyor ya da fazla ağırdan alan. Dışarıdaki dünya ile içerideki dünyanın saatleri ayrı dilimde kalıveriyor. Bir bakıyorum ben Londra’dayım o Dubai’de, bir bakıyorum ben Tokyo’dayım o İstanbul’da. Cumbalı, çıkma balkonlu, bir zamanlar evet ama uzun süredir tadilat görmemiş eski bir evin yüzeyini kaplayan yemyeşil yapraklı bir asmayı hatırlatıyor bana bu durum. Zor bir ilişki biçimi ama güzel görünüyor. Dramatik ve duygulara hitap eden bir yanı var. Terazinin duyguların hücum ettiği tası yerle yeksan. O yerle yeksan olunca terazinin rasyonal tası da “darma” duman. Dharma, kişiye ne yapmasını ne yapmamasını, ne olmasını ne olmamasını söyleyen cetvel.  Dharma’nın dumanı üstünde tütüyor. Fırından yeni çıktığından değil fırın henüz yıkıldığından. Kışın sobadaki odunların alevine ayar vermek için her kapağını açtığımda tüm yuttuğum bu dumanların ciğerlerimden sorulacak bir hesabı var diye endişeliyim. Ne de olsa eski insanların ömrünün kısa olmasının sebeplerinden biri ev içinde yakılan ateşin dumanını solumak diyor uzmanlar. Her şeyin uzmanı var, Ne çok uzman, ne çok şey var. Ben de bir yoga uzmanı olarak biliyorum ki her şeyin bambaşka uzmanları var. Ben bunun uzmanı isem diğeri tam olarak bunun uzmanı ise bu şeyden şüpheye düşesim var. Üstünde uzmanlaşılan şeye sorsan, dile gelse yoga veya her ne ise o şey, bu benim uzmanımdır diyemediği için herkes her şeyin uzmanı olabiliyor. İnsan olmanın uzmanı kim? Herkes. Uzmanlık alanım insanlık. Hem de büyük insanlık.

Yönetebildiğimi sandığım zamanlar üzüntülerimi alırım bir torbaya koyarım, biraz gezdiririm yanımda. Böyle çanta gibi. Baştan biraz ağır olur, hele de başka zor sokakların yokuşunu çıkıyorsam daha da ağır. Sonra alışırım yüke. Yük kendini hissettirmezken yük olmaktan çıkar. Zannederim ki üzgün değilim.  Üzüntülerim yok. Gezerim, tozarım, bilmem dünyanın öteki ucuna götürürüm. Bavulum her seferinde havaalanı kontuarında tartıldığında benim tarttığımdan daha ağır çıkar. Havayolu şirketinden şüphelenirim. Şüphe mesela hafif bir duygudur, iyi anlamda değil bu hafiflik. Ayakların yere basmadığı bir hafiflik. Bir süre önce büyük bir araba kazasını ucuz atlattım. Tabi birtakım bedeller çıktı ama cansal değil malsal birimden. Arabanın lastikleri yeri tutmadı ve kaydım. Şüphe ettim. Acaba dedim fren yerine gaza mı basıyorum. Hızlanıyordu arabam. Halbuki gaza basan ben değil idim, viraj, eğim merkez, merkezden kaçan kuvvetin ittirmesi gibi türlü türlü gazlara aynı anda basılmıştı. Bariyerlere çarpmadan önce tüm hafifliği ile şüphe ettim. Bu gerçek miydi yoksa rüya mı görüyordum? Eğer şansımız yaver gitmez de bilincimiz açık iken aniden veda edeceksek bu hayata artık eminim son düşüneceğimiz şey bu, bu gerçekten oluyor mu yoksa rüyada mıyım? Uyanırsan rüya ölürsen gerçek, farkı tam olarak kim bilecek?

Sonra bavulu uçağa atıp dünyanın bir ucuna giderim, havam değişir, kafam değişir, hayat değişir. Kafamın içindeki üzüntü kırıntılarını bambaşka balkonlardan silkelerim. Sonra gece uykunun en karanlık yerinden bir rüya penceresi açılır. Sıkı sıkı kapalı sandığın bir pencere, tanıdık bir sokağa açılıverir. Sokakta bir gece vakti, bir sessizilik, bir kimsesizlik sarar omzunu. O sokağın başına bambaşka bir şehrin otobüsleri park etmiştir, sürücüleri kayıptır. Sonra işte asmanın yeşil yaprakları ile sarılmış, cumbalı, çıkma balkonlu o eski ev çıkar karşına. Tahta, suyu bozuk merdivenleri yavaş yavaş çıkarsın. Olmayı en çok istediğin evin içindesindir. Sofada siyah bir gölge oturur. Kadın mıdır ,erkek midir, yaşlı mıdır genç midir, bilmezsin ama sana hoşgeldin demez. Gel otur, geç köşeye, iyi ki geldin demez. Sen ha varsındır ha yoksundur. En üzücü şey belki de budur,  canı gönülden davet edilmediğin evde kendini bulmak ve  buyur edilmediğin halde kalmayı çok istemek. Odalara girmek istesen de sofadan ötesine adım atamazsın. Uyanır ve bavulundaki fazla ağırlığın ne olduğu hatırlarsın. Unuttuğun için yok saydığın, hatırlanır. Dünyanın öbür ucuna, orada hiç ihtiyacın olmayan bir yükü de getirmişsindir. Sonra onu taşımayı da öğrenirsin, bolca telkin ile, bolca ebeveynlik bolca kendini yeniden yeniden doğurma ile hayat devam eder. Sonra bir gün bambaşka bir rüya görürüsün. Olmak istediğin evdesindir, ama orası senin evindir. Sonra bir kapı açılır, daha önce orada olmayan ferah bir oda bulursun. Oda oradadır hep de kapı kayıptır. Odaya açılan kapının yerinin keşfidir asıl keşif, odanın kendisi değil. Evlerin kapıları bulunur, düşülen kuyulardan çıkılır. Bolca zaman, bolca telkin.

Aylardır zor zamanların nehri akıyor üstümüzden. Hiç mi iyi haber yok dediğim günler oldu. Günler geçiyor, bu günler de geçecek. Biliyorum nehir zaten orada, akıyor, akmaya devam edecek. Hatırlatıyorum kendime, nehirin burasından tesadüfen geçen benim, yoksa nehir gönlüce akıyor. Aynı nehirden 2 kere geçilmez demiş biri, ne nehir aynıdır ne de sen. Geçecek diyorum ben de bu nehirden geçmeler, geçecek sen, geçecek ben, geçecek 2 kere, geçecek sayılar, geçecek aynı da geçecek başka da. Yaşadıkça geçecek. 93 yaşını açık bir bilinç ile görmüş, daha 30'a varmadan sevgili eşini kaybetmiş babanemden gelsin yine; neler neler geçti, ey gidi, neler neler…

 

Biraz gözyaşı dökmek iyidir,  hem bakın bakalım belki gözyaşınızın tadı değişmiştir. 

Ey kervancı, ey kervan!
Leyla'mı nereye götürüyorsun?
Leyla'm, canım ve yüreğim olduğu halde?
Ey kervancı, nereye gidiyorsun?
Leyla'mı niçin götürüyorsun?

Yogabakkalı Nisan 2022 Bakkal Mektubu

Bu mektuba her gün tekrarlamak için “Beş Anımsama” ile başlıyorum. Zira bambaşka bir giriş paragrafı vardı, dün biraz toprakla uğraştım, tohumlar ektim, notlar aldım. Kafamın içinde akan düşüncelerin yatağı değişti. Sonra aklıma tohum ekmek ile ilgi bazı cümleler düştü. Onların yankısını ararken kendimi Buda'da buldum. 

  1. Benim yaşlanan bir doğam var.  Yaşlanmaktan kaçmanın bir yolu yoktur.

  2. Benim hastalanan bir doğam var. Hastalanmaktan kaçmanın bir yolu yoktur.

  3. Benim ölecek bir doğam var. Ölümden kaçmanın yolu yoktur.

  4. Benim için değerli olan ve sevdiğim herkesin değişen bir doğası vardır. Onlardan ayrılmaktan kaçmanın bir yolu yoktur.

  5. Edimlerim benim tek gerçek varlığımdır. Edimlerimin sonuçlarından kaçamam. Edimlerim benim üstünde durduğum zeminimdir.

Peki edim nedir? Neyi ederim, neyi yaparım? Nasıl eylerim?

Yogada fiziksel bir duruş olarak bir pozu olmak ile o pozu yapmak arasındaki köprü her zaman samimiyetle yapılan pratikten geçer. Nedir samimi pratik? Bir diğerinin ya da diğerlerinin senin içinde açılmış onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce gözü ile bakmadan, görmeden içerden en kor çekirdek ile hissederek yapmak samimi pratiğin başladığı yerdir, o zaman olma haline kapı da aralanır. Samimiyetle yoga yapanın pratiği sadece matın üstündeki yoga pratiği ile sınırlı kalmaz. Yeryüzünün üstündeki her türden pratikte bu samimiyeti araştırmak mümkün müdür? Herhangi bir şeyi deneyim ederken tamamen bu deneyimle kalmayı öğretir bize samimiyetle yapılan yoga pratiği. Bir şeyi kafası dağınık, bir elinde telefon, az ötede televizyon açık, dışarıdan gelen seslere de kulak kabartan, bir yandan bir şeyler yiyerek ya da içerek yapmak gibi yogayı da bir yoga hocası bir şey diyor ben de yapıyorum havasında yapmak ya da bir başkası ile, ister yan mat ister internette görülmüş bir fotoğraf ile karşılaştırarak yapmak ya da böyle büyük büyük hislerin, yoğunlukların peşinde koşarak yapmak aynı kapıya çıkar. Ne zamanki tüm bu içimize tüneller kazarak açılmış, başkasından ödünç gözleri kapatır kalp gözümüzü açarız orada samimiyet başlar. Hareket de dolaysısı ile yarattığı his de  dışarıdan bir yönlendirme ile yapılan bir şeyden ziyade içeride bir merkezi noktadan dışarıya doğru genişleyen, yayılan, kucaklayan ve kapsayan bir oluş haline dönüşür. Kalp gibi atmaya başlar. Önemli olan şu anda burada iken en iyi şekilde olmaktır. Aynı bir kalp gibi. Ve bunu mutlaka kendiniz için deneyim etmeniz gerekir, zira deneyim düşünceleri her zaman aşar. Bazen fersah fersah hem de..

Yapmak, olmak derken de yogada sadece fiziksel bedenden bahsetmeyiz, eninde sonunda besin bedendir kas ve iskeletten, yumuşak dokulardan oluşan. Birtakım protein bağlar, besin ve oksijen ile beslenmediği anda çürümeye başlayacak, çeşit çeşit mikrobik canlıyı besleyecek olan besin beden. Onun altında prana beden bulunur. Nefes ve enerji bedeni. Bu beden üstüne giydiğin diğer bedeni besler. Nefes ve enerji bedeni besleyen ise düşünce ve duygular bedenidir. Duyguların ve düşüncelerin nefesini belirler, enerjinin nasıl aktığını. Duygu ve düşüncelerin dalgalandığı yüzeysel suların altında daha derin sular, akıl bedenin bulunur. İlkelerin, seçimlerin, daha sarsılmaz inançların ve bunların işlediği zeka/aklın. Politik bedendir de bu aslında. Dünya dönmeye devam ederken, mikro makro savaşlar sürerken sen bunların neresinde durmaktasındır? Tarafını seçtiğin bedenin. -miş gibi yapmalar ya da yapmamalar, haklının mı yanındasın hakkı satın alanın mı, küçük ya da büyük çıkarların ile neyi takas etmektesin, bu takasları yaparken sen hala sen olarak kalıyor musun? Ben dediğin kişiden memnun musun? İşte bu bedenin yaşamın ile uyum ve ahengini söyler. Aklıma bu bedenden bahsederken Günlerin Köpüğü adlı Boris Vian kitabı gelir. Sevdiği hasta kadını kurtarmak için bir işe giren şair adam iş icabı silahların üstüne yatar ki silahlar büyüsün, gelişsin, birilerinin canını almak için hazır hale gelsin. Silahları bedeni ile besler. Öyle bir iştir ki bu silahlar büyürken insan bedenini eritir, sağlığını bozar. Bu beden ile uyum halinde yaşanmayan bir hayat bu benzetmeyi çağırır zihnimde.

Tüm bu bedenlerin altında ise saf bilinç, mutluluk bedeni yatar. Hepsinden azadedir çünkü burası aşkın bedendir. Tanrı’nın kendisi burada yaşar. Ben o’yumdur, o bendir. Okyanustan bir damladır ama okyanusun kendisidir de. İşte hiçkimse olduğumuz beden de burasıdır. Hiçkimsedir çünkü herkeste bu damla vardır. herkes okyanusun kendisidir. Hiçkimse ayrı değildir, o yüzden en derinde  herkes olduğumuz için hiçkimseyizdir. Oksijen ve besin ile beslenmediği andan itibaren diğer tüm bedenler geri dönüşüme girecektir. Bziden geriye hiçkimse olduğumuz tek bir beden kalacaktır ki o da bize ait değildir. Ama bizi biz yapan da tam o merkezdir. Bir çemberin merkezi gibi. Etrafına bir grup insan, bir grup beden ya da bir grup hiçkimse olarak diziliriz. Çember oluşur, merkezi boştur ama merkez de odur. O boşluktur. Herkes gittiğinde ise geriye kalacak olan da boşluktur. O boşluğun etrafına dizilecek bir başkaları yine olacaktır. O boşluğun etrafına bir başkaları aracılığı ile çembere dizilecek olan yine bizdir. Hiçkimse olursan sonuza dek yaşayacak biri olursun. Ama “ben” değil herhangi biri olarak…

Hepimiz gittiğinde kalacak o boşluğu hatırda tutarak yaşamak mümkün müdür? Hiçkimse olmadığını hatırlayarak, herkes olduğunu unutmadan ve aslında boşluktan gelip boşluğa geri döneceğini bilerek? O zaman anlayışının sınırları nereye kadar genişleyebilir? Ben’in dışındaki her şeyin de sen olduğunu bilince? Benim çocuğum dediğin ile dünyanın bir ucunda sana hiç benzemeyen bir başkasının çocuğu arasında hiçbir fark olmadığını bildiğinde? Kendi çocuğun için ne istiyorsan tam olarak hepsini, bir arşın kadar bile daha azı olmadan onun için de istemeye başladığın yer burası olabilir mi? Budizm der ki sahte sınırları yıkmak için kendimizi bizim dışımızda olduğunu düşündüğümüz şeylerde görmeyi öğrenmeliyiz. Ve onlar gerçek boşluğa “harikulade oluş” derler, çünkü bu varolmayı ve varolmamayı aşar.

Eveti hepimiz çok özel ve biriciğiz. Ama hepimiz, istisnasız. İşte bu bizi ayrıcalıklı değil eşit kılıyor.

İnsanlar başlarına çok kötü şeyler geldiklerinde haklı olarak isyan ederler. “Neden ben?” Çok haklı bir soru neden onca insanın arasında ben diye sormak. Ama bunu sorarken kendimize şunu da sormalıyız, ayrıcalık mı talep ediyorum? Neye dayanarak? Etmiyor isem başka zamanlar için bir o kadar haklı bir başka soru var. “Neden ben değil?”

Yogabakkalı Eylül-Ekim 2022 Bakkal Mektubu

Bilge Karasu’nun bir hikayesi vardır. Bir türlü denize gidemeyen bir adamı anlatır. Adam ne yapsa ne etse denize gidemez. Yanlış minibüse biner, birileri yanlış tarif eder, bindiği araç gitmez, deniz bir türlü ulaşılamayan bir menzil olur. Gideceğin yere tuhaf, anlamadığın sebeplerle, bir türlü yetişemediğin için, yanlış yerde indiğin için ya da istemediğin halde yaptığın seçimler ile bin türlü gidemediğin kabuslar gibi. Ben böyle kabuslar çok gördüğümden mi bilmem, bu hikayedeki duygu üstüme üstüme gelmiş, derinden etkilenmiştim. Birileri engel olduğu için değil de sanki bir şekilde beceremediğim için gidemediğim rüyalar. Suçu hiç başkalarında değil de belki de önce kendimde kurcalama eğitimim yüzünden bu rüyalar da bu hikayenin beni ele geçirmesi de. Önce bir bakayım ben mükemmel olmuş muyum, ondan sonra bir başkasını belki biraz suçlayabilirim. O da belki. Okuldan ya da sokaktan eve gelip çocuk kalbimin bir derdi, içerlediği bir konuyu her açtığımda şunu çok duydum ben; kim bilir sen ne yaptın, sen ne yaptın da o sana öyle dedi/vurdu/kırdı/etti. Bunu o kadar fazla duydum ki artık yoga dünyasının replikleri içinden buna benzer argümanlar duydum mu tüylerim diken diken olmuyor değil sevgili okur. Size de bu laf salatalarından az ya da çok sıkıntı geliyorsa yalnız değilsiniz. Zira birini sevmeme hakkımız var, birine kırılma, darılma, kızma hakkımız var. Bunu konuşmaya da hakkımız var. Kim haklı kim haksız, kim doğru kim değil, ne iyi ne kötü bunun ringine çıkmak değil niyet. Niyet derdi, darı paylaşmak, seni anlıyorum olmasa bile ona yakın bir empati bulmak. Yoksa haklı olmak haksız olmak gönül/dost ilişkilerinde bir şeyi çoğu kez değiştirmiyor. Birisi ile dertleşmek istediğimde artık Karasu’nun o romanındaki adam gibi hissediyorum kendimi. Denize bir türlü gidemeyen adam. Bir denize girip serinleyeceğim o kadar. Denizi satın almayacağım, sahiline çıkan yollara el koymayacağım, suyuna güneşine adımı vermeyeceğim bir denize girip çıkıp ferahlayacağım. Ama yok, denize gitmenin yolu yok. Her dertleşme girişiminden sonra kendimi denize gitmeye çalışmış, biraz ferahlıyım derken daha da kan ter içinde kalmış bir şekilde eve dönmüş buluyorum. İfade edemediğimiz duygular ile, denize bir türlü gidemez olduk, kaldık. Bununla da kalmadık, o kadar kendimizle uğraştık ki, kötüye kötü, yalancıya yalancı, manipülatöre manipülatör, sahtekara sahtekar, tecavüzcüye tecavüzcü diyemez olduk. Neye göre kötü kime göre kötü? ile postmodernizmin kucağında büyüyen yapı bozum herkesin sadece kafasını değil duygu dünyasını da bulandırdı. Bu bayrağı, batıya taşınan yoga dünyası öyle bir coşkuyla devraldı ki olimpiyat açılış törenleriyle yarışır. Öyle ki sevgili okur, izole edip baktığında özgür ruhlu, lafını esirgemeyen, güçlü ve iyi eğitim almış Batılı kadınlar senelerce doğulu erkek yoga hocaları ve onların batılı ardılları tarafından istismar edildi de seneler seneler sonra bunu dile getirebildiler. O da birisi bütün cesaretini toplayıp dillendirdiğinde onu takip ederek. Batı’daki ünlü budist tapınağında meşhur Turungpa’nın meşum mahdumu takipçisi kadınlara hatta aynı anda birden fazla kadına nikah kıydı, alkol için kullandı, hatta kendi öz bakımını yaptırdı bir bebek gibi. Tacizcinin, istismarcının suçunu görmemek için eminim bu kadınlar senelerce kendilerini didik didik ettiler, lime lime parçaladılar. İnsanları kandırıyor/yalan söylüyor/istismar ediyor dediğin insan için ama belki bu da onların sınavıdır deniyor; her şeyle şaka, hele de adaletin sağlanmadığı toplumsal travmalar hakkında espri yapılmaz dendiğinde ama sanatçının ifade özgürlüğü deniyor.

Topluca aklımızı kaybetmemek için mi yapıyoruz bunları yoksa zaten aklımızı mı kaybettik?

Kalbimin en özel yerlerinden birine sahip Karasu'nun, kalbimi bu denli sıkıştıran hikayesini bana durduk yerde hatırlatan ise kalbimi ferahlatan bir filmdi. İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin “Arkadaşımın Evi Nerede?” 1987 yapımı olması da muhtemelen tam çocuk kahramanın yaşları ile daha fazla ve derinden bir empati kurmamı sağladı, bilmiyorum ama harika bir film. Hele o son sahne. Neden şimdiye kadar izlemedim diye sorduğum soruyu ters düz etti, İyi ki şimdiye kadar izlememişim. Şimdi lazımmış o film bana. Neye göre iyi neye göre kötü diye kafası bulanmışlara özellikle yüzlerini ve zihinlerini yıkayabilecekleri berrak su gibi bir film. 87 tarihli, tam da neoliberalizmin ekonomik ve siyasi arenada gerçekleştirmek istediklerine giden yolda ideolojik araçlar olarak kültür ürünleri, felsefe, sosyoloji, edebiyat, sinema filmleri ile tarihi hem yeniden yazıp bütün kavramlarımızı alıp bozup yerine hiç bir şey koyamadığı, yozlaştırdığı, ruhunu ezip boş posalar bıraktığı topyekün saldırısının başlamadan önceki zamanlar. Tabi ki o tarihlere kadar düşünsel alanda bu taarruzun altlığı mevcuttu. Ama pratikte tüm insan hafzalasını böylesine darmadağın edip tutunacak dal namına ne iyi ne de doğru ayrımını, üstünde mutabık kalabileceğimiz karşılıklı bir  anlaşma içinde birbirimizin duygusal ve akli ihtiyaçlarını, haklarını, ilişkiler içindeki sınırlarını ve sınırlandırmalarını tanıyabileceğimiz bir akıl birliği bir yana, kavramları karşılayabilecek bir ortak sözlük bile kalmadı. Sadece akıl birliği de değil duygu birliği de yok ortak alanımızda, bir arada yaşamayı geçitim, en basitinden bir ilişki yaşayabilmek için -sevgili/dost/arkadaş/ eş/ anne/baba- ihtiyacımız olan mutabık kavramlar elimizden kaydı gitti. “Biz şimdi neyiz?” diye soruyor az evvel sevişmiş ya da bir süredir iki sevgilinin paylaştığı her şeyi paylaşan ama birbirlerine sevgilim diyemeyen insanlar birbirine. Duygu birliği sözlüğümüz darma duman olduğu için, "daha güçlü olanın" "duyguları daha yoğun olduğu için o kişiye karşı daha güçsüz olanı" ezebileceği, kalbini parçalayabileceği bir arena bırakıyor, sevişmeden hemen öncekine tam da zıt düşebilecek bir tavır takınabiliyor mesela. Çok tanıdık bir hikaye. Kalbimizi parçalayan ise bundan daha çok dünyanın geri kalanının da bunu onaylıyor olması. Dünyanın geri kalanı “güçlü olanı” onaylayabilsin diye tüm anlaşmalar, tüm mutabakatlar, en yazlısından en sözlüsüne en gönülden olanına en bürokratik olanına tarumar. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden de alıntılamayı sevdiğim bir cümle var. Sanırım şimdi tam yeri canım okur: Menfaatler istikametini değiştirirse mantık da değiştirir.

İstikameti dönelim filme, doğru ile doğru olmayana dair net bir cevap, hatta cevaplar serisi gibi Ahmed’in hikayesi. Sadece yanlışlıkla aldığı defteri, öğretmeni arkadaşını okuldan atmasın diye tüm korkularına, tüm anne ve dedesinin baskılarına, baba figürü korkusuna rağmen başka bir mahalledeki arkadaşına götürmeye çalışması değil, filmin tümü bir neye doğru kime doğru diye sürekli kafamızı bulandıran o sorulara karşı billur gibi berraklıkta bir cevap. İçimi inançla ve sevgiyle doldurdu. Denize bir türlü gidemeyen yanlarıma çilli bir surattan, şaşkın bakışlardan bir nefes üfledi, evimin pencereleri denize açıldı.

Demem o ki sevgili okur, filmi izleyin. İnsanlar şöyle bencildir, şöyle alçaktır, doğaları şöyle bozuktur diyenlere aldanmayın. İnsanın içinde bir çocuk yaşar. Altın gibi kalbi ile, iyiye doğruya dair net bir içgörü, dakik bir saat ile. Ama elbette kendi hikayesi ile. İnsanı bencil kılan, onu bozan bu dünyanın ona nasıl davrandığı, dünyayı döndüren - döndürdüğünü zanneden- sistemin kafasını bulandırarak onu nasıl şekillendirmek istediği ile ilgilidir. Bir de utanmadan karşınıza geçer sizi insanın kötülük ve bencillik dolu doğasına inandırmaya çalışırlar. Çünkü işlerine öyle gelir. 2. Dünya Savaşı’nda savaşan askerlerin sadece %20 sinin ölmek yerine öldürmeyi tercih ettiğini biliyor musunuz? Ellerinin hemen öyle tetiğe gitmediğini. Sonraki dönemde Amerikan Ordusu’nun özellikle bu konunun üstüne gidip bu oranı yükseltmek için türlü türlü psikolojik programlar geliştirip uyguladığını peki? Bu oranı Kore savaşı’nda %60 Vietnam’da ise %80’e çıkarttığını… Irak’ta belki %90’dı, kim bilir.

Ben tam tersine inanıyorum. sevgili okur. Çünkü onu nerde görsem tanırım, onu nerde görsek tanırız. Yeryüzünün çocukları olarak biz birbirimizi tanırız.